MAKALELER
YURT EDİNME HAKKI
KOBANİ İLE İÇ SAVAŞ ÇIKARMAK İSTEDİLER
YENİ ANAYASA İHTİYACI
YENİ ANAYASA NASIL YAPILIR ?
POLİS ÇALIŞTAYI
TÜRKİYE’NİN İLK SİVİL VE DEMOKRATİK ANAYASASI İÇİN YOL HARİTASI
İŞ İLİŞKİSİNDE PSİKOLOJİK TACİZ (MOBBING)
DEMOKRATİK DEVLET KURMAK İÇİN TÜRKİYEYE YENİ ANAYASA ŞART
SAĞLIK BİLDİRGESİ
ÇOCUKLARA BÜYÜKLER GİBİ CEZA VERİRSENİZ NASIL KAZANABİLİRSİNİZ?
POLİTİK HUKUK TANIMI
DEVLET BİREY İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA POLİSİN ROLÜ
YENİ ANAYASA YAPILABİLİR Mİ?
İSTANBUL BAROSU SEÇİMLERİ VE DEMOKRAT AVUKATLAR
ADALETİ ÇAĞIRDIK VE NİHAYET GELDİ
SAYISAL ÇOĞUNLUK ŞART DEĞİL
KIRMIZI ÇİZGİSİZ ANAYASA YAPILMALI
TERÖRLE MÜCADELE KANUNU MAĞDUR ÇOCUKLAR
ÇÖZÜM SÜRECİ
İŞYERİNDE DEMOKRASİ OLUR MU?
İLKELER BAZINDA YENİ ANAYASA ÇALIŞMASI
İKTİSAT VE HUKUK
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ KAVRAMI
AKİL İNSANLAR HEYETİ FAALİYETİNE İLİŞKİN KISA TESPİTLER
GEZİ OLAYI
DEVLET SUÇLARI BAKIMINDAN GEÇİŞ DÖNEMLERİNDE DEVLET PRATİKLERİ
“EVET”LE GELEN YENİ OLANAKLAR
EGEMENLİK SAVAŞI VE BALYOZ TAHLİYLERİ
ÇOCUKTAN TERÖRİST OLMAZ
ÇALIŞMA HUKUKU EV KADININI NE KADAR TANIYOR
AKİL İNSANLAR HEYETİNİN TAKİP SORUMLULUĞU/SİYASETE SİVİL KATKI
GENEL SEÇİMLER
TOPLUMSAL EGEMENLİK İÇİN HALK HAREKETİ

YENİ ANAYASA EGEMENLİĞİ HAK SAHİPLERİNE VERMELİDİR

 

1-     Demokrasi Sorunu

 

Türkiye’de demokrasi tartışması çoğunlukla “denetim toplumunun” demokratik devlet yapısına uygun talepler içeriyor. Bu yönüyle batı tipi demokratik sistemin özelliklerine benzer olarak Türkiye’deki devletin restorasyonunu hedefleyen bir politik felsefeye sahip.

 

Bununla beraber demokrasi talep eden ama devleti tanımlarken “disiplin toplumunun” özelliklerini ifade eden yaklaşımlar da az değil. Örneğin; kimi liberal, sol, muhafazakâr demokrat çevrelerde devlet tanımlanırken “devletin temel hak ve özgürlüklere saygılı olması” ifadesi çok olağan bir biçimde kullanılıyor. Bu ifade aynen 1982 Anayasa’sının devlet tanımında da yer alıyor. Burada iki sorun var:

 

Birincisi devletin hak ve özgürlüklerle ilişkisi saygı temelli olarak ele alınırsa, devletin toplum karşısında bağımsız bir süje olduğu örtük olarak kabul edilmiş oluyor.

 

İkinci sorun hak ve özgürlükleri, temel olanlar ve tali olanlar ayrımına tabi tutmak Yirminci Yüzyılın ikinci yarısının başlarındaki hak ve özgürlük anlayışıdır. Bu anlayışın eskimişliği bir yana içerdiği başat felsefe hak ve özgürlükleri kategorileştirme yetkisini devlete vermesidir.

 

Bazı çevreler de “hak ve özgürlüklere saygılı” yerine “hak ve özgürlüklere dayanan devlet” önermesinde bulunuyorlar. Bu da sorunlu bir tezdir. Çünkü devletin örgütlenme ilkesi hak ve özgürlükler karşında bir pozisyon alması olarak değil “hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesini kolaylaştıran ve güvence altına alan” bir ilke olmalıdır. Diğer deyişle devlet “bağımsız konumlandırılması gereken bir yapı değil” toplumun asistanı olarak kurgulanması gereken “bağlı ya da bağımlı bir aygıt” olmalıdır. Devlete bağımsız bir kimlik verdiğiniz zaman bürokrasi bu kimlik üzerinden egemenliğin asıl sahibi olur. Oysa asli derdimiz bürokrasiyi ve bürokratik aygıtı egemenliğin asıl sahibi olmaktan çıkarmak ve aygıtı, egemenliğin gerçek hak sahibi olan toplumun hayatını kolaylaştıran bir enstrümana dönüştürmektir.

 

Bazen de “yeni anayasada hak ve özgürlüklerimizin evrensel ve çağdaş normlar kapsamında korunarak ileri seviyeye taşınması, özgürlük alanımızın genişlemesi” şeklinde yaklaşımlara vurgu yapılıyor. Bu yaklaşım da eski devlet anlayışına dayanıyor ve devleti iktidarın asıl sahibi ancak iktidar alanı daraltılması gereken bir aygıt olarak kabul ediyor. Oysa hak ve özgürlüklerle ilgili sorun ileri seviyeye taşıma ve alan genişletme değil, hak ve özgürlüklere dokunulmaması, hak ve özgürlüklere karışılmaması sorunudur.

 

Üzerinde fazla düşünülmeden diğer deyişle bir ezber olarak ileri sürülen tezlerden biri de   “yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrı ve bağımsız olmalı” görüşüdür. Bu tez aslında egemenlik ve işlevleri arasındaki ilişkiyi göz ardı eden yabancılaşma yaratmış bir iktidar anlayışına işaret ediyor. Bağımsızlığın egemenliğin parçalanması anlamında bir bağımsızlık mı olduğu yani hem yapısal hem işlevsel bağımsızlık anlamında mı kullanıldığı yahut egemenliğin işlevleri arasındaki bir bağımsızlık mı olduğu açık değildir. Örneğin yargı bağımsızlığı sadece yargısal faaliyete ilişkin midir yoksa yargının aygıtını oluşturma, kadrolarını belirleme, işleyiş ilkelerini tanımlanma boyutlarını da kapsayan yapısal bağımsızlığı da içermeli midir? Öte yandan yürütmenin bağımsızlığı meselesi de birçok yönüyle tartışmaya muhtaç bir konudur. Yürütme gerçekten bağımsız olmalı mıdır ya da yürütme kime karşı bağımsız olabilir, bu sorular tartışılması gereken temel sorunlara işaret ediyor. Yasama bağımsızlığında ise temel sorun yasama ile parlamentonun bir ve aynı kabul edilmesidir. Parlamentoyla yasama bir ve aynı görülünce yürütme ve yargı da parlamentoyla eşitlenmiş olarak algılanıyor. Oysa parlamento sadece yasama faaliyeti yapmaz. Diğer deyişle yasama parlamentonun önemli bir işlevidir ama tek işlevi değildir. Devlet aygıtını yapılandırma, seçme, onay verme, uygun bulma, denetleme gibi ülke seviyesinde egemenliğe ait tüm işlevler parlamentonun görev ve yetki alanındadır veya olmalıdır.  

 

Bu nedenle, erklerin bağımsız ve ayrı olması gerektiği tezinde bu bağımsızlık

 

-          sadece işlevsel bağımsızlık olarak tanımlanmazsa ve

 

-          parlamentonun diğer erklerle ilişkisinde egemenliği ülke düzeyinde temsil eden tek kurum olarak üst konumda olduğu açıkca vurgulanmazsa

 

buradan egemenliği temsil eden kurumun yasama-yürütme-yargı bütünlüğünden oluşan devlet aygıtı olduğu anlaşılır.

 

Politik hukuk açısından bundan çıkan sonuç ise egemenliğin seçilmiş temsilcilerle atanmış bürokratlar arasında paylaşılmasının olağan kabul edilmesidir. Bu olağanlaştırma hali iktidarın gerçek kaynağına yabancılaşmış bir devlet pratiğini meşru kılan politik ve hukuksal bir dil üretmeyi sağlıyor.

 

Nihayetinde devlet işleyişini sağlayan hukukun üretiminde de bürokrasiyi belirleyici pozisyona çıkaran bu süreç, egemenliği gerçek anlamda bürokrasiye teslim ediyor. Bu sorunlar nedeniyle kuvvetler ayrılığı ilkesinden türetilmiş bağımsız iktidarlar tezi toplumun egemenlik hakkını gerçek anlamda kullanmasının önüne geçen bir aygıt üretmekten başka bir sonuç doğurmuyor.

 

2-     Toplumsal Egemenlik Sorunu

 

Demokratik bir devletin yapısı ve işleyişine yönelik bir tartışmanın kökeninde egemenlik kavramı olmalıdır. Mevcut haliyle yürütülen demokrasi tartışmaları egemenliğin gerçek hak sahibi olan toplumun rolünü sadece örgütlü sivil toplum aracılığıyla iktidar süreçlerinde yer alması gereken bir boyut olarak görüyor ve bu rolü denetim ve katılım olarak tanımlamakla yetiniyor.  Dikkat edilirse Türkiye’de sivil toplum katılımına ilişkin önerilerin nerdeyse tamamı toplumsal egemenliği değil bürokratik-kurumsal egemenlik anlayışını destekler niteliktedir. Çünkü hep, çeşitli resmi kurumların sivil toplumun görüşüne başvurması yahut sivil toplumu dikkate alması üzerinden katılım talepleri ileri sürülüyor.

 

Oysa temel sorun katılım değil egemenliğin kaynağı ve kullanım biçimidir.  Bu bağlamda öncelikle egemenlik-toplum ilişkisi tartışması yapılmalıdır. Bu süreçte aşağıda bazı örnekleri verilen egemenliğin hak sahiplerini belirleyici konuma çıkaran ilkesel yaklaşımlara göre bir tartışma ve faaliyet çerçevesi oluşturulması son derece önemlidir:

 

-          Topluma ait egemenliğin bölünemezliğinin benimsenmesi,

 

-          Egemenliğin gerçek hak sahibi olan toplumun egemenliği temsil edecek kurumları doğrudan belirlemesi,

 

-          Egemenliğin temsilinde en yüksek karar organını olarak ülke seviyesinde parlamentonun, yerel seviyelerde yerel meclislerin konumlandırılması,

 

-          Egemenliğin fonksiyonlarına (yasama, yürütme ve yargı) ilişkin yapıların en üst egemenlik organı tarafından düzenlenmesi,

 

-          Kuvvetlerin ayrılığı ve bağımsızlığı ilkesinin yapısal değil fonksiyonel ayrılık ve bağımsızlık olarak kabul edilmesi,

 

-          Toplumun egemenliği temsil eden organlara seçtiği kişilerle ilişkisinin emredici vekâlet olarak düzenlenmesi (örneğin geri çağırma hakkı),

 

-          Toplumun egemenliği temsil eden organları iki seçim arası dönemde sürekli denetleyecek araçlara sahip olmasının sağlanması,

 

-          Toplum adına egemenliğin en yüksek karar organı olarak görev yapan meclislerin karar alma süreçlerinde toplumun sadece örgütlü yapıları aracılığıyla değil bireysel katılım mekanizmaları aracılığıyla da yer almasının sağlanması,

 

-          Toplumun, egemenliğin temsilcisi olan meclislerin faaliyetinde hem karar ve işlem önerisinde bulunan, hem karar ve işlemleri itiraz yoluyla değiştiren hem de karar ve işlemlerin uygulanmasını denetleyen bir pozisyonda konumlandırılması (yasa teklifinde bulunma, itiraz edici referandum hakkı, sivil denetleme ve inceleme komisyonları gibi),

 

-          Toplumun yürütme faaliyetlerini hem meclisler aracılığıyla hem de doğrudan denetleyen bir pozisyonda konumlandırılması (örneğin bağımsız idari otoritelerin idari ve bürokratik yapılar olmaktan çıkarılması, çeşitlendirilmesi, yani sadece sektörel denetimle sınırlı yapılar olmaktan çıkarılması, devlet pratiklerini denetleyen –kamu denetçiliğini aşan seviyede- yapılar oluşturulması ve toplum tabanlı yapılara dönüştürülmesi),

 

-          Toplumun yargı adaletinin gerçekleşmesi bakımından karar alma süreçlerinde etkili olabilecek mekanizmalara sahip olması (meslekten olmayan yargıç, jüri sistemi, toplumsal hayatı etkileyen makro seviyeli yargısal kararların iptali mekanizması…).

 

Ancak böyle bir tartışmanın üreteceği kavramsal bilgi çerçevesinde demokratik devlet yapısı ve işleyişine ilişkin toplumsal ihtiyaçlara karşılık veren somut talepler ortaya konabilir. Aksi takdirde demokrasi tartışması (TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunun faaliyetinde görüldüğü gibi) bir hukuk tekniği tartışmasına indirgenerek toplum ve egemenlik ilişkisinde yabancılaşmayı sürdüren ve hatta güçlendiren bir etki yapar.

 

Batı tipi demokrasilerin yaşadığı krizin temel kaynağı da toplum-egemenlik ilişkisinde ürettiği yabancılaşmadır. Bu nedenle batı tipi demokrasiler bireye değil örgütlere ve kurumlara dayanan yönetim biçimleri üretti. Görünürde bireyin önemli olduğu ama gerçek hayatta davranış kültürünün her boyutuyla bireyi belirleyen sistemlere dönüştü.

 

Bireyin özgür iradesinin; ister otoriter ve totaliter egemenlikle bastırılması isterse kurumlar ve örgütlerle baskılanması sonuçta aynı hayat pratiğini üretiyor. Her iki olasılıkta da egemenlik hakkı bireyin elinden alınmış oluyor.

 

Elbette siyasal toplum açısından kurumlar ve örgütler kaçınılmazdır ve önemlidir. Ancak kurumlar ve örgütler toplumun hem bireysel hem kolektif hayatını kolaylaştıran araçlar olarak yapılandırılırsa ve tüm karar süreçlerinde toplumun bireysel ve kolektif iradesi etkili olursa o zaman gerçek anlamda demokratik bir sistem kurulur.

 

Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin yeni anayasa yapım sürecinde şimdiki aşamanın egemenlik ve toplum arasındaki doğrudan ilişkiyi açığa çıkaracak ve bunu toplumsal bilince katacak bir faaliyet yürütmek olduğu görüşündeyim. Zihniyet dönüşümü sağlamaya, egemenlik ve toplum arasındaki yabancılaşma ilişkisini kırmaya yönelik bir faaliyetin gerekli olduğunu düşünüyorum.

 

Hatırlarsanız yakın geçmişte hukukçulara hatta sadece anayasa hukukçularına sipariş edilen yeni anayasa konusu, yürütülen çalışmalar sonucunda farklı bir noktaya taşındı.  Özellikle  (Yeni Anayasa Platformu) YAP’ın faaliyetleri başta olmak üzere yürütülen çalışmalar sonucunda “anayasa yapma hakkının halka ait olduğu, milletin görüşlerini esas alan bir anayasa yapılması gerektiği” yaklaşımı son üç yılda hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir fikri güç haline geldi.

 

Anılan pratiğin esin kaynaklarından biri olduğunu düşündüğüm “Akil İnsanlar Faaliyeti” de toplumsal egemenliğin siyasal süreçleri belirlemesi bakımından son derece özgün ve başarılı bir deneyim olarak ortaya çıktı.

 

Bu örnekler sebebiyle “egemenliğin toplum ait olduğu, toplumun iradesine aykırı egemenlik kullanmanın meşru olmadığı” yaklaşımını güçlü bir fikre dönüştürmenin mümkün olduğu görüşündeyim.

 

Ancak bu yönde yürütülecek bir faaliyetle sistem içi iyileştirme çabasında bulunma pozisyonundan, sistemi tartışma ve yeni bir sistem önerme konumuna geçilebilir.

 

Örneğin Anadolu’da halk toplantıları yaparak “Egemenliğin Asıl Sahibi Ne Diyor” ana fikri ile tüm temel sorunlarımızı ele almak ve bu sorunların çözümünün bir aracı olarak yeni anayasadan ve yeni anayasa ile yeniden yapılandırılması gereken devletten toplumun beklentilerini ortaya koymak etkili çalışmalardan biri olabilir. Ayrıca toplumun beklentilerini aslında “egemenliğin asıl sahiplerinin, siyasetçilere ve kurumlara talimatı” olarak tercüme etmek son derece önemlidir.

İşte bu noktada demokrasilerin temel güvencesi olarak ileri sürülen denge ve denetleme sistemine de farklı bir gözle bakmak gerekir.  Kanımca gerçek bir demokraside “resmi kurumların” birbirlerini dengelemesi ve denetlemesi asıl güvence olamaz. Diğer deyişle kurumlar arasındaki denge ve denetleme meselesi üzerine kafa yormak, tartışmak, optimum sonuçlara ulaşmak gereklidir ama hiçbir biçimde yeterli değildir.

Egemenliğin gerçek hak sahibi toplumun belirlediği ve gerçekten demokratik bir denge ve denetleme sisteminde aslolan sivillerin iradesinin belirleyici olduğu bir dengeleme ve denetleme faaliyetidir. Bu da sadece sivil toplum örgütlerine resmi kurumlar yanında bir yer vermekle karşılanabilecek bir ihtiyaç değildir.

Sonuç olarak sivillerin iradesinin (kolektif ve bireysel olarak) süreci belirlediği bir denge ve denetleme sistemi ancak egemenlik tartışması üzerinden kurulabilir. Başka bir anlatımla artık “özgürlük toplumunun” ihtiyaçları üzerinden bir siyasal sitem arayışına girmek gerekir.

 

Mehmet Uçum