SÖYLEŞİ: Mehmet Uçum ´Demokratik devlet kurmak için Türkiye´ye yeni anayasa şart´
21 Şubat 2012, 15:52
Uçum: Türkiye´de yeni anayasa ihtiyacı, sistemi modernize etme, revize etme ihtiyacından değil bilakis devleti demokratikleştirme ihtiyacından doğdu. Türkiye mevcut sistemin hukuk yapısıyla yola devam edemez.
12 Eylül referandumundan hemen sonra kolları sıvayıp şehir şehir dolaşarak halkın anayasayla ilgili görüşlerini alan Yeni Anayasa Platformu’nun ve platformun aktif isimlerinden Mehmet Uçum’un anayasayla ilgili teorik ve pratik düzlemde önemli tespit ve önerileri var. Çeyrek asırdır serbest avukatlık yapan Uçum, insan hakları, faili meçhuller, sosyal güvenlik hukuku dahil olmak üzere pek çok alanda çalışmış. Uçum, 12 Eylül referandumu öncesinde yürütülen “Yetmez Ama Evet” kampanyasının ve TMK mağduru çocuklar için geliştirilen sivil inisiyatif “Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları”nın etkin isimlerindendi.
Çoğu insanın ne olduğunu tam olarak bilmediği, haliyle kendi hayatıyla bağını da kuramadığı Anayasa’yı sorarak başlamak istiyorum. Anayasa nedir, kime aittir?
Anayasa vatandaş açısından, gündelik hayat içindeki devleti tarif eden metindir. Herhangi biri, gündelik hayat içindeki devletle, devlet kurumlarıyla temasına baksın. Oradan, nasıl bir devletle karşı karşıya olduğunu çıkarabilir. Eğer vatandaş günlük yaşamında kendi süreçlerini kolaylaştıran bir devlet görüyorsa o devleti şekillendiren anayasa vatandaşa ait, ona göre bir anayasadır. Vatandaşla ilişkilerde süreçleri zorlaştıran, baskı altında tutan, dışlayan bir devlet pratiği varsa o devleti düzenleyen anayasa vatandaşa ait değildir.
Kime aittir peki?
Anayasa teorik olarak devletin yapısını düzenleyen genel kuralları belirler. Ama devleti toplumla ilişkisinden bağımsız tarif edemezsiniz. O zaman soyut bir devlet ortaya çıkar. Eğer devleti toplumdan bağımsız tarif ederseniz, devlete ait bir toplum yaratmış olursunuz ve o anayasa da devlete ait olur. Ama devleti toplumun siyasal yapısı olarak tarif ederseniz o anayasanın o topluma ait olması gerekir. Anayasa da o topluma ait siyasal yapıyı, ona ait devleti tarif eden bir metin olur.
ANAYASA YAPMAK VATANDAŞLIK HAKKIDIR
Devlet toplum ilişkisinin nasıl tarif edileceği de o anayasayı kimin yaptığıyla belirlenen bir şey olsa gerek?
Anayasa yapma hakkı kime aittir sorusu önemli bir sorudur. Eğer anayasa topluma ait siyasal yapıyı, diğer deyişle devleti şekillendiren, onun esaslarını belirleyen bir hukuk metni ise onu yapma hakkı topluma aittir. Buradaki temel soru da şu: Toplum bu hakkını nasıl kullanacak? Burada, toplumu oluşturan bireylere ait bir haktan söz ediyoruz. Yani anayasa yapma hakkı o coğrafyada yaşayan kendini siyasal toplumun üyesi olarak kabullenen her bireyin (vatandaş olsun olmasın) en temel hakkıdır. Nasıl ki; ne tür bir evde yaşamak istediğini belirleme hakkına herkes sahipse, nasıl bir devlet yapısı istediğini belirleme hakkına da her birey sahiptir. Dolayısıyla anayasa yapmak hakkı bireyden bağımsız ya da temsilciler aracılığıyla kullanılacak bir hak değil tam tersine bireyin, siyasal toplumun üyesi olarak doğrudan kullanacağı bir haktır.
SOYUT MİLLET Mİ, SOMUT TOPLUM MU?
Bizim anayasalarımızda yaşayan somut toplumdan değil soyut bir varlık olarak milletten bahsedilir. Böylece kimse üzerine alınmaz, alınamaz, devlet de kimseye karşı kendini sorumlu hissetmez. Millet kavramı anayasanın kime ait olduğunu da belirsizleştirmiyor mu?
Bir anayasada ne kadar soyut kavram kullanır ve o kuralın amacını ne kadar soyut bir kavramın korunmasına bağlarsanız o kadar yoruma açık ve uygulayıcıya takdir yetkisi veren bir sonuç doğurursunuz. Örneğin milletin bütünlüğünü bozmayı suç olarak tanımladığınızda, uygulayıcıya o millet kavramının içeriğini doldurma imkânı da tanıyorsunuz demektir. O uygulayıcı, idarenin, kolluk güçlerinin bir görevlisi olabilir, savcı, hâkim olabilir. Sonuçta o kavramın içini kendi dünya görüşüne göre doldurur ve ona göre bir yaptırım uygular. Bunun yarattığı en büyük tehlike, keyfi uygulamaların ortaya çıkmasıdır. Bu keyfilik, belli ideolojik tercihlerin uygulama sürecine egemen olması demektir. O yüzden hukuk uygulayıcıları bakımından ölçüt olabilecek noktalarda soyut kavramları kullanmaktan uzak durmak gerekir. Esas olan soyut-genel kavramlar değil somut-genel kavramlar olmalıdır. Diğer deyişle hukukun genel olma özelliğini soyut kavramlarla değil somut içerik taşıyan kavramlarla gerçekleştirmek gerekir.
TOPLUM TÜM ÇEŞİTLİLİĞİ TOPLAR
Ancak Türkiye’de millet kavramı kutsallık mertebesinde önemlidir, üzerinde titizlenilir. Yeni anayasada soyut olan milleti, toplum kavramıyla somutlaştırmak, sabitlemek gerekmez mi?
Toplum soyut bir varlık değildir. Toplum bu ülkede örneğin Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Gayri Müslimler, Sünniler, Aleviler, dini inancı olmayanlar, farklı dilleri konuşanlar, farklı cinsel yönelimleri, cinsel kimlikleri olanlardan teşkil eder. Yeni Anayasa da bu çeşitlilikten oluşan Türkiye Toplumu kavramını başat yaparak bir sistem kurmak zorundadır. Türkiye Toplumu bütün bu özellikleriyle bir Türkiye ulusu oluşturuyorsa onu da bir sonuç olarak yazmalı. “Yeni Anayasa” Türkiye Ulusunu baştan ve Türk referansıyla tarif ederse bu eski anayasal anlayışın devamı olur. Türkiye Ulusunun bileşenleri arasında Kürt de kendini o ulusa ait hissetmeli Türk de, Çerkez de, Gürcü de, Laz da, Gayri Müslim de, Sünni de, Alevi de, Süryani de; Ermeni de…
İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN ULUSU
Yeni anayasa ihtiyacı da esas olarak buradan mı çıkmıştır, yani toplum gerçekliğinin, çeşitliğinin yok sayılmasından?
Elbette. Bunun evveline bakalım. Esas itibariyle İttihat ve Terakki eliyle, 1908’den sonraki süreçte, ulus devlet anlayışının öne çıktığı milliyetçi dalganın güçlendiği bütün Avrupa’yı ve dolayısıyla Türkiye’yi de etkilediği dönemde cumhuriyet ulusu ideolojisi, bir proje olarak gelişti. Jön Türklerden itibaren olan bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Bu proje Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ete kemiğe büründü. Bu proje bu coğrafyada kendini Türk hisseden bir çoğunluk yaratmayı iddia etti. Dikkat edin “Ne Mutlu Türk Olana” denmedi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” dendi. Kendini Türk hisseden bir çoğunluk yaratma ideolojisi, farklı kimliklerden ve tercihlerden olan insanların kimliklerini göz ardı etmek, baskı altına almak, dışlamak üzere bir politika üretmek zorundaydı. Dolayısıyla sistemi bunun üzerine kurdular ve bu toplumsal mühendislik projesi nedeniyle toplumla karşı karşıya geldiler. Bir yandan soyut bir Türk Milleti yaratma projesi var, bir yandan da toplumun bir gerçekliği. Asıl çelişki buradadır.
ANAYASALARI DARBECİLER YAPTI
Anayasalar da bunu böylece kalıba döktü öyle mi?
Anayasacılık pratiğimize baktığımızda elitist anayasacılığı 1876 Anayasasında ve 1908 Anayasa uygulamasında görüyoruz. 1921 anayasası bir anayasa metni olmaktan çok bir tür bildirge şeklinde kaleme alınmıştı, yine az çok temsil yeteneği olsa bile seçkinlerden oluşan bir meclisin kaleme aldığı bir metindi. 1924 Anayasası’nı ise zaten tek parti egemenliğinde ki Meclis üretiyor. Hemen ertesi yıl da bu anayasayı Takriri Sükûn Kanunu ile uygulanamaz hale getiriyorlar. 1961 Anayasası bir darbe anayasası. 71’deki anayasa değişikliği, sistemi tahkim etme değişikliği. 82 Anayasası yine bir darbe anayasası. Ve en kötüsü. Yani 1982 Anayasası toplum üzerindeki vesayetin en kapsamlı olarak kurumsallaştırıldığı bir sitem yaratıyor. Bunlara baktığımızda gördüğümüz şu: Cumhuriyet ulusu projesiyle bir takım iktidar odakları yaratıldı ve bu odaklar da, topluma karşı sistemi koruyacak, o projeyi hayata geçirecek hukuksal üretimler yaptılar. Anayasalar bunun bir parçasıydı. Anayasalar dışında da buna uygun olarak üretilmiş yaklaşık 5000 civarındaki kanun olmak üzere 7300 kadar kanun, tüzük ve genel nitelikli yönetmelik var. Bu mevzuatın tümünde sisteme karşı toplumu değil, topluma karşı sistemi koruyan hükümler var. Gündelik bütün devlet tasarrufları ve işlemleri bu mevzuata dayalı olarak gerçekleştiriliyor. Ve bu mevzuatın ağırlıklı bölümü; tek partinin egemen olduğu dönemde, Milli Birlik Komitesinde (60 Darbesinin kurumu) ve Milli Güvenlik Konseyinde (12 Eylül 80 Darbesinin kurumu) yazılmış, ilginç değil mi bu.
HALK HEP DEĞİŞİME OY VERDİ
Peki, Türkiye’de anayasa-toplum, sistem-toplum ilişkisi böyle gitmekte iken ne oldu da bunlardan farklı gerçek yeni bir anayasa ihtiyacı çıktı ortaya?
Bu sistem bu toplumla baştan beri yani kuruluştan beri çatışıyordu, egemenlik pozisyonlarını ancak toplumu bastırarak koruyabiliyordu. Ama bu toplum, tarihi boyunca nerede bir değişim imkânı görmüşse bunun üzerine gitmeyi de başaran bir toplum. Cumhuriyetin hemen başında toplum tüm farklılığıyla Terakkiperver Fırka’ya yöneldi. O yüzden Terakkiperver’i kısa sürede yok ettiler. Serbest Fırka girişimi oldu, sistem onu da boğdu. Sonra aynı şey Demokrat Parti için oldu. DP’nin de demokratik süreçte hataları oldu ama toplum için bu bir değişim imkânıydı, onun üzerine o yüzden gidildi ve ezildi. 12 Eylül’den sonra da ANAP özellikle iktisadi alanlarda bir değişim imkânı yarattı, halk da ona yöneldi. Daha sonra daha kapsamlı değişiklik yapma imkânını AK Parti’de gördü toplum ve ona yöneldi. Son seçimde yüzde 50 oyu bu değişimi sağlaması amacıyla verdi AK Parti’ye bu toplum. Dolayısıyla sistem toplumla başından beri çatışıyor, zaman zaman toplumu geriletiyor, zaman zaman toplum değişim imkânlarıyla sisteme karşı kendi dinamiklerini harekete geçirebiliyor. Kürt Sorununda özellikle son otuz yılda yaşanan realiteyi de bu bağlamda değerlendirmek gerek. Konu sadece bir terör sorunu değildir diyenlerde Kürtlerin değişim imkânını kullanma kapasitesi sebebiyle bazı tercihleri - bu tercihler yanlış da olsa doğru da olsa bunu- yaptıklarını görmeliler. Tüm bunlar sistem ile toplum arasında bir çatışmadır ama artık bir noktada bu çatışma çözülmek zorunda. Anayasa ihtiyacı da işte buradan ortaya çıkıyor.
YENİ ANAYASA DEMOKRATİK DEVLET İÇİN ŞART
Türkiye’de gerçek bir anayasa yapma fırsatı ilk kez doğdu ve bu imkânı da toplum kendisi doğurdu diyorsunuz...
Biz sadece hukuk düzenimizi modernize etmek gibi bir ihtiyaç içinde değiliz. Yani “Yeni Anayasa” ihtiyacı hukuk sistemimizi modernleştirme ihtiyacından doğmuyor, diğer deyişle sistem içi bir ihtiyaç değil. Biz 20. yüzyılda halletmemiz gereken demokratik devlet kurma meselesini başka anlatımla demokratik devrim ihtiyacını karşılamak için bir anayasa ihtiyacı içindeyiz. Türkiye artık bu devlet yapısıyla ve bu devlet yapısının ürettiği hukuk sistemiyle devam edemez. Son Uludere olayı ve MİT krizi bunu bir kez daha net olarak ortaya koydu. İktisadi, sosyal, siyasal, kültürel alanda bu toplum bu devlet yapısıyla ve bu hukuk sistemiyle yürüyemiyor. Meclis, AK Parti, diğer siyasi aktörler yeni anayasa konusunda adım atmadığı sürece, aktörler değişse bile, sistemle toplum arasındaki çatışma ortadan kalkmayacak. AK Parti yüzde 50 oy oranına da zaten bu toplumsal talepler ve değişim ihtiyaçlarını dikkate alan politikalar üretmeye çalışarak ulaştı. Şimdi eleştiriliyor olmasının nedeni de toplumun ihtiyaçlarından uzaklaşıp sisteme yaklaşmasıdır. Bu sistem kendisine karşı çıkanları da bir biçimde absorbe etme, içine alma kültürüne sahip. Bundan sonraki süreçte bütün siyasi aktörler açısından kritik nokta şudur: Toplumsal ihtiyaçları dikkate alan politikalar mı yoksa sistemin istediği politikalar mı üretecekler? Yeni anayasa işte tam bunun merkezinde duruyor.
KÜRT SORUNU, KÜRT SORUNU DEĞİLDİR
Türkiye toplumunun hiç kendine ait anayasası olmadı ama hep bir arayışı oldu. 82 anayasasından bu yana partiler, STK’lar, üniversiteler, sendikalar, taslaklar hazırladı, bugüne hazırlandı. 12 Eylül Anayasa değişikliği referandumu müthişti. 12 Haziran seçimlerine de tüm partiler yeni anayasa vaadiyle gitti. Yani bu Meclis, bu topluma yeni anayasayı borçlu... Sorum şu: Anayasa hazırlık çalışmaları yapıyor ama Meclis aslında nasıl çalışıyor? Yeni anayasaya ne kadar yakınız? Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun geçenlerde dediği gibi gündemin hızı, sertliği ve seçimlerin yaklaşması nedeniyle yeni anayasa yapma imkânı riske mi giriyor?
Topluma hâkim olan sosyal psikoloji umutların kırıldığı izlenimini veriyor. Ama şöyle düşünelim. 12 Eylül 2010’da referanduma gidildi, ondan önce de anayasa değişikliği sürecini yaşadık. Türkiye’de inanılmaz şeyler oldu. Son iki yılda yaşadıklarımız, Türkiye anayasacılık geleneği bakımından inanılmaz bir sıçramadır.
Henüz bir şey yapmadık ki?
Şöyle. Örnek vereceğim. Kime sorsanız Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunu der. Ama aslında bu sorun Kürt sorunu değil Kürtlere sorun olan koşullardır. Görünürdeki sorun Kürt sorunuysa da olgusal sorun yani olgusal gerçek anlamında ki sorun demokrasi sorunudur. Kürt sorunu, din ve inanç özgürlüğü sorunu, farklı kimliklerin kendilerini özgürce yaşayamama sorunu, sosyal adaletsizlik sorunu gibi sorunları sıraladığımızda hepsinin kaynağını nasıl tarif ederiz? Sorunların kaynağı toplumsal çatışmalar değil, devlet yapısı ve o devlet yapısının ürettiği hukuk ve devlet pratiğidir. Anayasa ihtiyacı da oradan çıkıyor zaten. Mesele de o devlet yapısının hukukunu ve pratiğini değiştirmek olduğuna göre bunun başlangıç enstrümanı anayasadır. Türkiye’de anayasa meselesi bir hak ve özgürlükler isteme meselesi değil. Yoksa 61 ve 82 Anayasalarında da ve kanunlarda da özgürlük maddeleri sayabilirsiniz. Hak ve özgürlüklerin; tanınmadıktan, uygulanmadıktan sonra hukuki metinlerde olmasının bir anlamı yok. Anayasa meselesi Türkiye’de sorunların kaynağı olan devleti dönüştürme ve yeniden yapılandırma meselesidir. Bu devlet geleneğini değiştirme ihtiyacı yakın zamanın ihtiyacı da değildir. Ümmetçiliğin bittiği ve bunun yerine çoğulcu bir yapının kurulamadığı, bütün toplumsal hayata sirayet etmeye başlayan dışlaştırıcı, baskıcı bir devlet anlayışının geliştiği son 200 yıllık geleneğin ortaya çıkardığı bir ihtiyaçtır.
TÜRKİYE’DE OLAN BİR ZİHNİYET SIÇRAMASIDIR
Ama bir zihniyeti, devlet geleneğini değiştirmek de bir anayasa metni yazmakla kıyaslanmayacak kadar zordur…
Tabi. Geçmişte anayasa meselesi hep bir hukuk üretme meselesi olarak ortaya çıktı. Hukuku da kim üretecekti? Seçkinler. Bu bir hukuk üretme meselesi olduğu için o hukuki metni yazma işi de hukukçulara ait olarak görülüyordu. Geçmişte anayasa yapma meselesi esas itibariyle hukukçuların tekelinde kabul edildi. Hukukçuların ürettiği bu metinleri yasalaştırmak da siyasetin görevi olarak görülüyordu. Türkiye’de bu değişti işte! Asıl değişen bu. 12 Eylül referandumunda toplum evet, hayır ve boykotçu olarak tercihlerde bulundu, yüzde 58 gibi son derece yüksek bir oyla o anayasa değişikliğine evet dedi. Bu, yeni anayasa yapmaya dönük bir çabanın ifadesiydi. Boykotçularda aslında yeni anayasa talebiyle bu tutumu almışlardı. Fakat 12 Eylül akşamı Sayın Başbakan o ünlü balkon konuşmasında, bir anayasa hukukçusuna dönüp işimiz yeni anayasayı yapmaktır, hadi göreve, dedi. Çok yüksek oy alınan günün akşamında en güçlü siyasi lider bile anayasa yapma işini anayasa hukukçularının meselesi olarak görüyordu. Ama gelinen bu aşamada sadece fikri bir tartışma olarak değil, aynı zamanda resmi bir karar olarak da anayasa meselesi aslında halkın meselesidir, anayasa halkın görüşleri alınarak yapılır noktasına gelindi. Bu çok önemli bir zihniyet dönüşümüdür Türkiye’de.
TOPLUM BAŞBAKAN’I DA DEĞİŞTİRDİ
Siyasiler için de büyük bir zihniyet dönüşümü aslında bu.
Bunu toplum başardı işte. Dedi ki toplum siyasilere, “Sen benim adıma bir anayasa yazma. Ben anayasa yapma hakkımı kullanmak istiyorum. Ben anayasayı yapacağım, sen onu yazacaksın, sonra yazdığın anayasayı bana getir, yaptığım anayasaya uygun mu diye denetleyeceğim”. Bunun tercümesi budur. Hakkını vermek lazım, Ekim 2010’dan bu yana Yeni Anayasa Platformu ve Anayasa Çalışma Grubu toplum merkezli anayasacılık anlayışıyla hareket etti. Anayasa toplantılarıyla halktan aldığı talepleri siyasilere aktarması, onlara etki etmeye çalışması, bütün partileri biz halkın anayasasını yapacağız, sizin görüşlerinizi alarak anayasa yapacağız demek noktasına getirdi. O yüzden 12 Haziran seçimleri anayasacılık bakımından halkın Meclisi görevlendirdiği seçimler oldu.
YENİ ANAYASA İHTİYACI AZALMIYOR ARTIYOR
Burhan Kuzu, yaklaşık bir buçuk yıl sonra seçimler yani seçim telaşı başlayacak, gündem değişecek, hava sertleşecek, anayasayı bir an evvel yapalım, dedi. Bunu, ‘Anayasa nasıl yapılamaz’ın ifadesi olarak okuyanlar da oldu. Sizce Meclis, toplumun görevlendirmesine ve partilerin anayasa vaadine uygun davranıyor mu?
Bütün sorunların kaynağı bu devlet yapısı ve onun ürettiği hukuk ve uygulamasıysa, onun ürettiği kültürse, bu devleti yeniden yapılandırmak gerekiyorsa, bunun temel hukuksal aracı da anayasa ise yeni anayasayı yapmadan sorunların çözüleceği bir ortama ya da ortamın durulduğu bir noktaya ulaşma şansımız yok. Bu açmazı ortaya koyup bu ülkede yeni anayasa yapılamaz demenin siyasetini üretmemek gerekiyor. Çünkü bu sorunlar olduğu müddetçe Türkiye’nin gündemi hep karışık olacak, hep hızla değişecek ve yeni sorunlar üretecek. Burhan Kuzu’nun dediği geleceğe dönük, takvimle alakalı bir uyarıydı ama birçok insan da 12 Haziran’dan sonra ne oldu diyor. Ateşkes bitti, şiddet yeniden tırmandı ve operasyonlar tekrar başladı, KCK operasyonları hız kesmedi, tutuklulukların sayısı arttı, tutuklama pratikleri tartışılır hale geldi, iktisadi süreçler bakımından spekülasyonlar arttı. Uzlaşma Komisyonu kuruldu, Komisyon mutabakat esaslı çalışma kararı aldığı için insanlar umutsuzluğa kapıldı. Bu sorunların tamamı yeni anayasa sürecinde karşımıza çıkan sorunlar değil dikkat edin, hepsi eski sorunlarımız. Sınırlarımızda ki bölgesel olaylar bakımından da bu böyle. Sorunları öne çıkararak yeni anayasa yapma bakımından imkânlar azaldı demek, yeni anayasa ihtiyacının nerede olduğunu göz ardı etmek ya da inkâr etmek demektir. Yeni anayasa talebi sistemin değişmesini talep eden toplumdan geliyor. Bu talep var, toplumun ihtiyaçları, değişim talebi ortadan kalkmış değil. Ne Alevilerin, ne dindarların ne Kürtlerin ne endişeli modernlerin, ne gayri müslimlerin ihtiyaçları ortadan kalktı. Bu ihtiyaçlar, talepler orada durduğu sürece yeni anayasa ihtiyacı da sürüyor demektir. Buradaki asıl sorun siyasi aktörlerin bu toplumsal taleplerden uzaklaşıp uzaklaşmayacağı meselesidir.
KOMİSYONUN İLKELERİ YERİNDE
Meclis bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurdu. Yöntemini ve çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
Meclis Uzlaşma Komisyonu’nun ilkelerini son derece önemsiyorum. 15 ilkeyi değerlendirdiğimizde, bizim en baştan tarif ettiğimiz, yeni anayasa yapımı ve yazımı konusunda bir fark olması gerektiği hususunun dikkate alındığını görüyoruz. Bu artık bir mottoya dönüştü: Anayasa yapmak başka bir şeydir, anayasa yazmak başka bir şeydir.
Fark nedir?
Anayasa yapım süreci halkın görüşlerini dikkate alan bir modelle yürütülürse o anayasa sivil bir anayasa olur. Anayasayı yapmak demek, halkın nasıl bir siyasal sistemde yaşamak istediğini açığa çıkarmak demektir. Daha doğrusu halkın anayasa yapmak konusundaki kurucu iradesini açığa çıkarmak demektir. Bunun tercümesi de şudur: bu halk bütün çeşitliliğiyle kendi hayatını güvence altına alacak ve gündelik yaşamını kolaylaştıracak bir anayasa istiyor. Bu irade kurucu bir iradedir. Bunu anlamak için de halkın görüşlerini esas almak gerekiyor. Ve bu, Uzlaşma Komisyonun ilkeleri arasında bulunuyor.
YENİ ANAYASA YAZILMAYACAK YAPILACAK
Cemil Çiçek’in biz anayasa yazmıyoruz, anayasa yapıyoruz sözleri gayet yerinde o halde?
Yanlış anlamaya neden olsa da Cemil Çiçek’in sözlerinin anlamı şu: “Biz halkın yaptığı anayasayı anlamaya çalışıyoruz, onun için bu anayasa toplantılarını yapıyoruz. O yüzden halktan görüş istiyoruz, anayasa yapmaktan kastımız bu. Bu görüşleri toplayacağız ve bu görüşler üzerine bir metin ortaya çıkacak” demektir bu. Halkla başlayan halkın onayıyla neticelenin bir anayasacılık sürecidir bu.
RESTORE Mİ EDİLECEK, YENİLENECEK Mİ?
Süreç tam olarak nasıl işleyecek, işlemeli?
Halkın görüşleri alındıktan sonra o görüşler doğrultusunda ortaya çıkacak taslak metnin tartışıldıktan sonra yasalaştırılması ve sonra da Mecliste hangi oy oranıyla kabul edilirse edilsin mutlaka halkın onayına sunulması gerekiyor. Bu sürecin Komisyonun ilkesi olması da memnuniyet verici. Çok önemsediğimiz diğer bir ilke de şu: Yeni bir anayasadan bahsediyorsanız, yeni anayasa mevcut anayasa referans alınarak yapılamaz. Yeni Anayasa, Anayasa değişikliğinin nasıl olacağını düzenleyen mevcut anayasanın 175. maddesine göre yapılamaz yani. Hiçbir anayasa yeni anayasanın nasıl yapılacağına ilişkin kural koymaz. Ama siz madde 175’e göre işe koyulursanız, o yeni anayasa olmaz. Sistem içi revizyon olur, restorasyon olur. Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun yeni anayasa yapım sürecine ilişkin kuralların ayrıca belirleneceğine ilişkin bir ilke koyması da çok olumlu ve ilkesel olarak doğru.
VESAYETÇİ STK’LARIN GÖRÜŞLERİ SAĞLIKSIZ
Belirsiz kalmış, eleştirdiğiniz nokta yok mu?
Var. Birkaç nokta var: “14.500 civarında sivil toplum kuruluşuna yazdık, görüşlerini istedik” deniyor. Sivil toplum kuruluşlarından, meslek örgütlerinden, üniversitelerden de görüş istenebilir ancak şu ayrıma dikkat edildiğini düşünmüyoruz. Üyeli kurumların görüşleri istendiğinde sadece yönetimde bulunan üç-beş-yedi kişinin iki tane uzmanla birlikte hazırladığı görüşler alınıyor ve tüm üyelerin görüşleri gibi sunuluyorsa biz buna şiddetle karşıyız. Çünkü bunlar zaten sistemin aktörleri. Sistemin gündelik siyasetini, ideolojisini üreten ve kendi üyeleri, tabanları üzerinde vesayet uygulayan kurumlar. Kendi aleyhlerine, kendi pozisyonlarını, ayrıcalıklarını tehlikeye atarak, değişime yönelik görüş verirler mi? Barolar, Odalar, Barolar Birliği gibi örnekler kendi aleyhine işleyecek, çeşitliliği, çoğulculuğu, gönüllülüğü esas alacak bir öneride bulunabilir mi? Bulunamaz.
Peki, bu “sivil toplum örgütleri”, kurumlar kuruluşlar öneride bulunurken kendi konumlarını pekiştiren eski anayasayı temize çekip mi getiriyorlar yeni anayasa önerisi olarak?
Tabi ki. Dolayısıyla ikinci problem bu. Yani statükonun kurumlarının görüşlerine mahkûm olmak. Üçüncüsü ise şu: Bu görüşler, halkın görüşleri toparlanıyor ama nasıl değerlendirilecek? Buna verilen yanıt: TBMM’nin kendi uzmanları ve bürokratları eliyle yapılacağı yönünde. Bu da tehlikeli hâlbuki. Çünkü o bürokratik sistem ancak egemen görüş üzerinden tasnif yapabilir. Orada nötr çalışma yapabilecek bir gruba ihtiyaç var.
MECLİS DIŞI GRUP ÇALIŞSIN
Kimdir onlar?
Meclis dışı gruplar. Meclis dışı anayasa çalışma grupları oluşturulmalı. Bunun içinde örneğin sosyologlar, psikologlar, siyaset bilimciler, işçiler, işverenler, sendikacılar, mesleki kimliği öne çıkmayan bireyler, az sayıda olsa da hukukçular vb.. olmalı. Bu gruplar kendi ideolojilerini işin içine katmadan nötr olarak talepleri görüşleri değerlendirmeli, gruplandırmalı, anayasa raporu böyle çıkmalı. Dördüncü olarak ise şu var: Yeni anayasanın yasalaştırılması konusunda ki hukuk zaman içinde belirlenecektir dediler, ama burada da belirsizlikler var. Kim belirleyecek nasıl belirleyecek?
YENİ ANAYASA İÇİN KAMPANYA YAPILMALI
Yeni Anayasa Platformu olarak siz ne öneriyorsunuz?
Çok net olarak bunu bir Meclis kararıyla açıklamak gerek. Meclis kuralları koymalı, takvimi de belirlemeli ve bu takvime göre süreci işletmeli. Veya “Yeni Anayasanın Yasalaştırılması Kanunu” çıkarılmalı. Bu belirsizliği ortadan kaldırmaları gerekiyor. Diğer nokta ise şu: Halkın görüşlerini toplamayı göstermelik olmaktan çıkarmak, yeni anayasa kampanyası yürütmek gerekiyor. Şimdiye dek üç yerde Ankara, Edirne ve Konya’da toplantı yaptılar. Dördüncüsü Diyarbakır’da olacak. Yeter mi bu tarz, yetmez. Bunun için televizyonlar, radyolar, billboardlar ve elektronik ortam dâhil her türlü yayın mecrası kullanılmalı. Bu bir anayasa diyalogudur. Bu yolla halk yeni anayasayla, yani hem kendi geleceğiyle temas edecek, hem de yeni anayasa yoluyla ortaya koyacağı görüşlerle yeni devlet yapısının hayatını nasıl farklılaştıracağını ve kolaylaştıracağını görecek. Bu yönleriyle komisyonun işleyişinde çok önemli eksiklikler olduğunu da düşünüyoruz. Özetle Uzlaşma Komisyonu, TBMM Başkanlığını da devreye sokarak bütün ülkede Anayasa Diyalogu süreci başlatmalı ve bunu günlük kampanyaya dönüştürmelidir. Türkiye’de en küçük birimine, her mahallesine kadar bir yeni anayasa diyalogu başlatılmalıdır.
UZLAŞACAK OLAN PARTİLER DEĞİL
Uzlaşma Komisyonu’nun kendi içinde uzlaşma zorunluluğunun olması da bir sorun değil mi?
Bu çok önemli, herkesin kafasını karıştıran bir mesele. Aslında Uzlaşma Komisyonunu oluşturan partiler bu meseleyi parti siyasetleri çerçevesinde ele alıp o minvalde çalışırlarsa oradan uzlaşma çıkması güç. Uzlaşma meselesi bir kere parti siyaseti değil makro siyaset meselesidir. Bir ortak-üst siyaset meselesidir. Partilere bunu böyle gör demek mümkün olmadığına göre onları buna zorlayacak bir zemine ihtiyaç var. O da halkın görüşleridir işte. Uzlaşma, partilerin dediklerinde değil halkın görüşlerinde uzlaşmadır. Halkın görüşlerindeki farklı noktalara göre tutum alan partiler, bunun üzerinden bir uzlaşma arayışında olabilirler. O yüzden Uzlaşma Komisyonu’nun uzlaşması, partilere ait bir mesele değil halkın görüşlerine ilişkin bir uzlaşmadır, o da Uzlaşma Komisyonu’na asistanlık görevi yükler. Diğer deyişle orada siyasi partiler ve komisyon, tasarruf ya da karar mercii değildir. Bilakis halkın görüşlerini esaslara dönüştürecek olan asistanlardır. Uzlaşacakları alan da asistanlık faaliyeti yürüterek toparladıkları halkın görüşlerinin oluşturduğu zemindir. Bu şekilde kavranırsa büyük bir sorunla da karşılaşılmayacaktır.
İLK DÖRT MADDEYİ NE YAPMALI?
Daha önce ne zaman gündeme gelse küçük çaplı bir kıyametin koptuğu konuya gelelim; ilk dört madde mevzu. Bu maddeler değişmediği müddetçe anayasada ne değişmiş olacak?
Eğer yeni anayasayı tartışıyorsak bu dört madde konumuz değil zaten. Bunu konu yaparsak mevcut anayasal düzenin restorasyonunu tartışıyoruz demektir. Önce buna karar vereceğiz. Biz mevcut anayasanın restorasyonunu mu yapacağız yoksa yeni bir anayasa mı yapacağız? Eğer yeni anayasa ise söz ettiğimiz ve dört siyasi parti de samimi ise yeni anayasa sözünde, bu dört maddeyi tartışmayacaklardır. Yeni anayasanın yapılma ve yazılma sürecinde, yeni anayasanın içinde o dört maddeye benzer maddeler olup olmayacağına zaten o yapım ve yazım sürecinde ayrıca karar verilecektir.
YENİ ANAYASA MI, 18. DEĞİŞİKLİK Mİ?
Teamül, değişiklik isteğini restorasyona indirgemek ve bu dört maddeyi muhafaza etmek yönünde sanki?
Oradaki mesele şu: Sonuçta restorasyona, 18. anayasa değişikliğine de gidilebilir. Ama bu dürüstçe ortaya konur. Açıkça “aslında bizim derdimiz yeni anayasa değil, sistem içi revizyondur” denebilir. Herkes de buna göre tutum alır. Ama tartışmaya bakınca herkes yeni anayasadan söz ediyor ama yine o dört maddeye takılıyor. Oysa yeni anayasa yapımı ve yasalaştırılması zaten kendine ait bir hukuka sahiptir. Mevcut anayasa ile bunu yapamazsın. Dolayısıyla tartışma dışıdır bu dört madde.
TARTIŞMADAN YİNE O MADDELER ÇIKARSA?
Tartışma içi durum nasıldır?
Yeni anayasa yapım sürecinde de birileri kalkıp diyebilir ki, başkent yine Ankara olsun, Türkiye Devleti yine Cumhuriyet olsun, Resmi dil Türkçe olsun. Birileri de buna tamam dedikten sonra der ki, ideolojiye bağlı ifadeler, örneğin Atatürk milliyetçiliği ve özgürlükler aleyhine kullanılan kavramlar olmasın, başlangıç olmasın. Bunu dediğimiz noktada ilk dört maddeden bağımsız bir tartışma ortaya çıkıyor. Bu tartışmalardan yine başkentin Ankara olması, devletin resmi dilinin Türkçe olması ve Cumhuriyet çıkabilir. Ama Atatürk milliyetçiliği ve başlangıca atıf yapılmasın sonucu da çıkabilir. Bunun karşısına durabilir misiniz? Duramazsınız. Dolayısıyla ben bu meseleyi yeni anayasayı akamete uğratmaya çalışan bir siyasal dil üretme çabası olarak görüyorum. Bu dilin deşifre edilmesi gerekir. İlk üç maddenin yarattığı ipoteğe karşı çıkanlar ne başkentin Ankara olmasına, ne devletin resmi dilinin Türkçe olmasına ne de Cumhuriyete karşı çıkıyorlar, bunu görmek gerekiyor.
12 EYLÜLCÜLERİN MİRASI
Bu dört maddenin tarihi ne kadar geriye gidiyor?
1924 Anayasasında tek bir değişmez madde var, o da devletin bir cumhuriyet olduğu. 61 Anayasasında da tek değişmez madde cumhuriyet. Ama her ikisinde de Ankara ve Türkçe konusunda düzenleme olduğu halde değiştirilemez diye bir hüküm söz konusu değil. İlk üç maddeyi değiştirilmez olarak yazan 12 Eylül Anayasasını niye bu kadar savunuyorlar bazıları, dönüp bir aynaya baksınlar. Önceki darbe anayasalarında bile olmayan değiştirilemez maddeleri savunmak darbecilerin bile gerisine düşmektir. Bunu bir düşünsünler.
SORUNLU İFADELER
Mevcut anayasada olup da savunulan ama aslında sorunlu olan ifadelere bakalım. “Devletin dili Türkçedir” diyor mesela?
Devletin dili olmaz, devletin resmi dili Türkçe diye değiştirilmesi gerekir. Ayrıca niye ikinci, üçüncü resmi dil olmasın ki, ne engel var bunun önünde…
“Atatürk milliyetçiliği” peki?
Atatürk milliyetçiliğinin içi bile doldurulamıyor. Niye başlangıçta tüm hak ve özgürlükleri sınırlayan, bütün kimlikleri yok sayan bir anlayış bütün hukuk sisteminin referansı olsun. “Türkiye Devleti Cumhuriyettir”, diyor, “demokratik cumhuriyettir” niye denmesin? “İnsan haklarına saygılı” deniyor. Ne demek saygılı? İnsan haklarına dayalı niye demiyor? Ya da “özgürlükler asla sınırlanamaz sadece ifade özgürlüğünü güvence altına almak için sınırlanabilir” niye demiyor? Bunlar tartışma sürecinde ortaya çıkacak. Tartışma alanını daraltmamak gerekir.
BAŞLANGIÇ KISMI OLMASA DA OLUR
Anayasanın maddelerini de ve diğer bütün hukuki metinleri de ipotek altına alan, anayasanın dibacesi, girişi aslında. Buna ilişkin tutumunuz ve öneriniz ne?
Kişisel fikrim, bir başlangıç olmamalı. Olacaksa da insanı ve doğayı, insanın doğayla uyumunu esas alan, tüm hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesinin önünde hiçbir engelin olmayacağını vurgulayan kısa bir başlangıç metni olabilir. Toplumun hayata, doğaya ve geleceğe bakışını özlü olarak ifade eden özgürlükçü bir siyasal felsefe başlangıç olabilir.
“BİZ TÜRKİYE TOPLUMU”…
Bismillah der gibi, Anayasayı kimin yaptığını, aitliğini vurgulamak bakımından anayasa “Biz Türkiye toplumu” gibi bir ifadeyle başlayamaz mı?
Başlayabilir elbette. Anayasanın ideolojik referans içeren bir devlet anlayışıyla başlamasının son derece tehlikeli olacağını düşünüyorum. Baskı pratiği üretecek, toplumu belirlemeye, tasarlamaya çalışacak bir devlet anlayışının nasıl dile getirilirse getirilsin topluma ait bir anayasada yer almaması gerektiğini düşünüyorum. Bunun gerekçesi “devletin bekası” olsa bile fikrim değişmez. Gelecek kuşakların iradesini ipotek altına almayan, geniş zamanlı bir dille kaleme alınan özgürlükçü bir siyasal felsefi anlayışı içeren bir başlangıç eğer gerekli görülürse yazılabilir. Ama bu başlangıç asla devleti ya da soyutlanmış bir milleti referans almamalıdır.
ANAYASANIN RUHU NEREDE?
Size şimdi de “ruhtan” sormak istiyorum. 82 anayasasıyla ilgili olarak “zaten 17 kez değişti, 82 anayasasından geriye bir şey kalmadı” diyenler de var. Buna cevaben “Ama ruhu değişmedi” diyen de. Anayasanın ruhu nedir, nerededir?
82 anayasasının ruhu denilen şey gözümüzün önünde olan ve her gün canımıza okuyan devlettir. Ergenekon, derin devlet gibi kavramlar tartışılırken akla ilk gelen hukuk dışı yapılanmalardır. Hâlbuki Türkiye’de vesayetçi yapıları sürdüren kurumlar hukuk dışı yapılar değil ki. Formel hukuk alanındaki yapılardır bunlar. İdari bürokrasi, yargı bürokrasisi, askeri bürokrasi, güvenlik bürokrasisi, milli eğitim, üniversiteler, kamu kurumları niteliğindeki meslek örgütleri, sendikalar hepsi hukuksal yapılardır bunların. Örneğin Türkiye’de 24 milyon çalışan var, ama sendikalı işçi sayısı gerçek anlamda taş çatlasın sekiz yüz bini geçmiyor. Bunun çoğunluğu da kamu işçileri. Bu tabansız ve elitist sözde sivil toplum yapıları, sistemin yapı taşlarının bir parçası aslında. Sistemin kendisi zaten bu kirli ilişkileri ve yapıları oluşturuyor ve bu hukuksal yapılar aynı zaman da hukuk dışı ilişkileri ve örgütlenmeleri de kullanıyor. Ergenekon, Balyoz buna benzer ilişkilerin adıdır sadece. 12 Eylül Anayasası bu yapıları, ilişkileri güvence altına aldığı için değiştirilemiyor. Çünkü bu yapıların direnciyle karşılaşıyor. Yapılan değişikler de bu yapıları dönüştürmüyor, tasfiye etmiyor. 12 Eylül Anayasa’sının ruhu budur. Yani değiştirilmesi gereken bu kurumsal yapılardır, yani değiştirilmesi gereken sistemin taa kendisidir.
YENİ RUHU KİM ÜFLEYECEK?
Yeni anayasanın ruhu nasıl üflenecek?
Yeni anayasanın ruhu devlet tarifinde yatacak. Yeni devlet siyaset üzerinde vesayet üretecek kurumlara sahip olmaz ise, en yüksek karar organı parlamentodur diyecek ise, parlamentonun her türlü denetim yetkisine sahip olduğu bir devlet olabilecekse, bu devlet halkın gündelik karar alma süreçlerini denetleyebileceği ve karar süreçlerine katılabileceği bir devlet olabilecekse o zaman yeni ruhtan söz edebiliriz.
HALK, HAKKININ TESLİM EDİLMESİNİ İSTİYOR
Yeni Anayasa Platformu olarak Türkiye’yi dolaşıyor, halkın görüşlerini alıyorsunuz. Gözleminiz ne, halk ne istiyor?
Ben Erzurum, Diyarbakır ve İzmir’de öz de aynı şeyleri gözledim ve hissetim. Şimdiye kadar 35 toplantı yapıldı. Yaklaşık 8 bin insanla temas edildi. Her üç kişiden biri yazılı ya da sözlü görüşlerini bildirdi. Bunları toparladık, 2011 Mayıs ayında ara rapora dönüştürdük ve kamuoyuna açıkladık. Toplantılar sürüyor. Gördüğümüz şey şu: 1) Anayasa meselesini herkes devletle ilişkilendirebiliyor. 2) Erzurum’daki kişi diyor ki “maden ruhsatı almak için Ankara’da sürünmek istemiyorum. Burada seçtiğim adama güveniyorum. Buradan alayım ruhsatımı. Bir usulsüzlük varsa Ankara yine denetlesin”. Diyarbakır’daki diyor ki, “Ben kendi kimliğime göre yaşayabilmek için seçtiğim kişilerin daha fazla yetki sahibi olmasını istiyorum”. İzmirli de yerel sorunlarla ilgili “Ankara’dan değil buradan kullanılan yetki istiyorum” diyor. Bunları ortaklaştırdığınızda âdemi merkeziyetçilik arzusu ortaya çıkıyor. Bunun anlamı şudur: Bu toplum, merkeziyetçi devlet yapısından ve uygulamalarından bıkmış. Dolayısıyla bürokratik merkeziyetçi devlet yapılanmasının yetkilerini dağıtmak gerekiyor. Halk yönetme hakkını yerel yönetimler aracılığıyla doğrudan kullanmak istiyor. 3) Bütün kimliklerle bir arada barış içinde yaşama isteği. Bu toplum aslında çeşitliliği çoğulculuğu benimsemiş durumda. Buna hiçbir siyasi görüş karşı çıkamaz, çıkmamalıdır da. 4) Halk siyasi sisteme sadece seçimden seçime oy kullanarak etki etmek istemiyor. İki seçim arasında da yetki kullanmak istiyor. Anayasa hukukçularından duymazsınız ama halktan gelen görüşler arasında, “ben seçtiğim milletvekilini örneğin bir yılın sonunda eğer memnun olmaz isem, aynı oy sayısındaki imza karşılığında geri çağırabilmeliyim” diyenler var. Geri çağırma hakkından bahsediyorlar yani. “Niye yasa tekliflerini sadece Meclis veriyor. Örneğin 50 bin imzayla Meclis’e yasa teklifi sunabilmeliyim” diyor. Bir başkası “Yasaların referanduma gidip gitmeyeceğinin yetkisi niye sadece cumhurbaşkanında olsun. Belli sayıda imzayla bir yasanın referanduma götürülmesini ben de isteyebilmeliyim” diyor. Yahut “yüksek yargı oranlarının kararını belli bir sayıdaki taleple örneğin bir milyon imzayla iptal etmek için başvurabilmeliyim” diyor.
BU TOPLUM, DEVRİMCİ BİR TOPLUM
Bu talepler çok yaygın değildir herhalde?
Çok yaygın değil ama bu talepler de var. Taleplerin sahipleri formasyonu çok gelişkin kimseler de değil ama hayat deneyimleriyle bu sonuca varıyorlar. Buradan çıkardığımız sonuç şu: Demek ki toplum siyaset üretme ve karar alma süreçlerine daha sık katılmak istiyor. İnsanlar bir arada yaşamanın gereği için örgütlenmek gerektiğini biliyor, bunun adına da devlet diyor. Fakat bu devletin kendilerine şunu yap, bunu yapma demesini istemiyor. Türkiye toplumu bu devletin kendi hayatlarını kolaylaştıran bir devlet olmasını istiyor. Temaslardan çıkan en önemli sonuç bu. Türkiye toplumu kendi içinde çatışan bir toplum değil. Bilakis mevcut devlet yapılanmasıyla ve uygulamasıyla çatışan bir toplum haline gelmiş durumda. Yani Türkiye Toplumu, aslında devleti yeniden yapılandırmak isteğiyle devrimci bir toplum durumunda. Ama bu devrimci isteğini sokak gösterileriyle yahut çatışmalarıyla ortaya koymak yerine siyasi aktörler üzerinden gerçekleştirmek arzusunda.
Bir son söz?
Türkiye toplumu bütün kimlikleriyle şu anda bir anayasa yapıyor aslında. Gündelik hayatta dile getirdiği taleplerle bunu yapıyor, kurucu iradesini işletiyor. Siyasetin, Meclisin ve bu sürece katkı vermek isteyenlerin görevi, Türkiye toplumunun istediği siyasal yapıyı ve halkın anayasasını anlamaktır. Daha doğrusu halkın istediği devletin ne olduğunu açığa çıkarmaktır. Bunun için her şeyin süt liman olduğu sorunların çözüldüğü bir ortamı beklersek bu anayasayı yapamayız çünkü zaten o ortama kavuşmak için bilakis bu anayasaya ihtiyaç var.
* Söyleşi, Star Gazete´den Fadime Özkan tarafından yapılmış ve 20.02.2012 tarihinde ´Demokratik devlet kurmak için Türkiye’ye yeni anayasa şart´
|